28.8.07

Gidemeyenlere

Gitmek

Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...

Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.

Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Her şeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.

Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
öbür yanımız "otur" diyor.

"Otur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.

Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben...
Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?

"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.

Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.

Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.

Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun... İstemek de güzel.

Can Yücel

23.8.07

Karebulamac

Basın ilanlarında bu tarzdaki ilk işleri gördüğümde hayran kalmıştım. Nasıl yapılabileceğini kafamın içinde uzun uzun kurduğumu hatırlıyorum. Gelin görünki şimdilerde bunu sizin için çarçabuk, hemencecik yapacak siteler ve minik programlar var. Bu çalışmayı bir arkadaşım benim için bahsettiğim şekilde hazırlamış. Hangi siteden olduğunu şimdilik bilmesemde öğrenir öğrenmez buraya ekleyeceğim. Kimbilir belki sizde birilerini hele hele nasıl yapıldığı hakkında fikiri olmayan sevdikleriniz için minik bir şovla sürpriz yapabilirsiniz.

İşte mevzu bahsi geçen site Link

Diğer yandan bu karebulamac'a bakınca, büyük resmin içindeki o küçücük kiminin onlarca kez tekrarı olan resimler bana hayat dediğimiz kocaman maceramızın içinde, sevip sevmediğimiz, rast geldiğimiz, denk düştüğümüz, seviştiğimiz, kavga ettiğimiz, kiminin adını, kiminin yüzünü çoktan unuttuğumuz bir sürü insanın ve yaşanmışlıklarının izlerini taşıdığmız gerçeğiyle yüzleştirdi beni. Hani düşünmüyorda değilim, evet önce doğdumuz günden bugüne, sonrasında da hergün uyandığımız ve bizim dediğimiz hayat belkide sadece başkalarının anılarıdır.

Bu hayat benim değil... Sadece başkalarının anıları... ( buda güzel konu başlığı olurmuş hani!)

21.8.07

Medcezir



Ne gelebiliyorsun adam akıllı, ne de gidebiliyorsun... Mevzu kalmak, onuda beceremiyorsun!

Mekan: Kabak Koyu
Görüntü Yönetmeni : aynasilgisi

19.8.07

Gölge



Fotoğraflar: boxman


Gece olunca nasılda oldukları yerde, köselerindede, kuytularında nasılda huzurlu ve mutlu gölgeler. Sanki hep peşimizde, biz nerede isek, ne yapıyorsak ucuz taklitcimiz... gölgelerimiz. Acaba kim kime zincirli, kim kimin tutsağı ve sahibi. Kalbsiz, etsiz. Bir aynalarda kurtuluyoruz onlardan ya da onlar bizlerden. Bir aksimizin gölgesi düşmüyor. Belkide tersine bir ışık oyunu. Etimizin karanlık taklitcisini görüyoruz aynada. Bu yüzden uzun uzun bakakaldığmızda gözlerimizin içine, dudaklarımıza, yanaklarımıza (ki aklımızın içini göremiyoruz aynalarda) öyle çokta benzetemiyoruz kendimize. Bildik biri gibi tanıdık, bir yabancı gibi merakla inceliyoruz onu. İçine hapsolduğumuz etten zindanı görüyoruz.

Yol kenarlarında ya da sokakları aydınlatan lambaların, güneşin, bazen bir yansımanın oyununda, boyu kah küçülen kah büyüyen, gülüyor mu ağlıyor mu ayırt edilemeyen, hep suskun, hep düsünceli ve sessiz ırgatımız.

Bazen düşünüyorumda; benim karanlıkta hareketsiz kaldığım zamanlarda, benden ayrı başka bir hayatı daha var mıdır. Ve gün doğuncaya kadar beni bırakıp onumu yaşamaktadır. Sevdiğimin gölgesini o da benim onu sevdiğim gibi sevmektemidir. Yoksa başka bir gölge midir sevdiği?

Hadi git... Git biraz kendi hayatını yaşa... Ben seni beklerim karanlıkta...

15.8.07

Shiny ve Ben



Fotoğraf:
aynasilgisi

Yavuz Çetin Anısına



Yavuz Çetin (Altın Çocuk) (1970-2001)

1970 yılında Samsun'da doğdu. Babası Erdan Çetin'in gazeteci olması nedeniyle çocukluğu Türkiye'nin çeşitli şehirlerinde geçti.

14 yaşından itibaren Hasan Cihat Örter'den blues ve rockt gitar dersleri almaya başladı. 1985 yılında akustik gitar çalmaya başladı. Daha sonra elektro gitar ile tanışır. Ortaöğrenimini İstanbul Haydarpaşa Lisesi'nde tamamladı. Lisedeki okul arkadaşı olan Ercan Saatçi ile yaptıkları I Will Cry adlı şarkı ile Hey dergisinin yarışmasını kazandı. Marmara Üniversitesi Müzik bölümünü kazandı.

19981yılında İstanbul'da arkadaşları Batu Mutlugil, Kerim Çaplı ve Sunay Özgür ile Blue Blues Band adlı grubu kurdu. 1996 yılından ölünceye kadar Mazhar Fuat Özkan'ın gitaristliğini yaptı. Mazhar Fuat Özkan ile birlikte turnelere katıldı, konserlere çıktı. Teoman, Kıraç, Sibel Tüzün, Soner Arıca, Göksel ve Acil Servis gibi sanatçı ve grupların da bazı albümlerinde katkıları oldu. Göksel'in Sabır adlı parçasında Türkiye'de ilk defa talkbox kullanan gitaristi oldu.

1997 yılında Ercan Saatçi prodüktörlüğünde çıkarttığı "İlk" adlı albümünü piyasaya sürdü albümün dağıtımında ve dinleyiciye ulaşmasında yaşanan problemler albümün hakettiği ilgiyi görmesini engelledi. Bu arada eşinden ayrılmasına, geçirdiği depresyona, şehir hayatının yorucu temposuna daha fazla dayanamadı ve 15 Ağustos 2001 tarihinde İstanbul Bogaziçi Köprüsünden atlayarak hayatına son verdi. Ölmeden önce kayıtlarını tamamladığı "Satılık" adlı albümü ölümünden sonra piyasaya sürüldü.

Probaganda filminin sondtrack albümünde de Erkan Oğur'la Dünya isimli parçayı beraber çaldılar.

Ayrıca 2002 yılında İlk albümü, "I Will Cry Again" ve "Dünya" şarkıları Ercan Saatçi tarafından eklenerek tekrar piyasaya sürüldü

Link

just a perfect day



Pazar günleri... Bir tembelin en kutsal günü olsa gerek. Tanrısal bir güçle herşeyi yok edip yeniden yapabilirmişçesine; firari bir ruhun her an özlemini çektiği devri alem hayalini gerçeştirebiliceği, bir fatihin zaptedilemez denilen bir şehri alabileceği, ilkkez bisiklete binmekle aya ilk ayak basan olma düşünün gerçeklebileceği bir saflık ve istekle yapabilecekken, bütün bunları yapabilecek olmanın verdiği huzur, mutluluk ve pişkinlikle hiçbirşey yapmadan günü akşam etmek...

Belki E.Cansever'e inat bu sefer kıçımı kaldırıp, masaya dökülüşünü koymaktansa bir birayla bu kutsal günü vaftiz edercesine ve yolunda gitmeyen işler, rayına oturmayan hayat gibi mevsim normallerinin ne olduğunu unutan yaza inat, kendimi akşam sefası yapan çiçeklerle bir tutup, bahçemin ortasında tepemde atlas bir gece, yayınına kısa bir süre ara verilen belleğimle günümü ve hatta bütün ömrümü bugün gibi geçirebilirim...

Ve sanırım böyle bir güne adanabilecek en güzel şarkılardan biri bu olsa gerek...

11.8.07

Baba Zula - Bir Sana Bir de Bana



Videonun yüklenmesini bekleyin ve sonra en sevdiğiniz şeyi düşünün... Ve bu sefer birşey yapmak isterseniz.. Üşenmeyin, ertelemeyin... Hemen yapın...

Milan Kundera "Yavaşlık" romanında (Can Y., 1995)
"Sokakta yürüyen bir adam düşünün. Bir şey hatırlamak istiyor, ama hatıra uzaklaşıyor. O anda, kendiliğinden yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, bulunduğu yerden hemen uzaklaşmak istiyormuş gibi elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır".

Yani, "Hatırlamak için yavaşlar, unutmak için hızlanırız".

Kablumbağdır

Bir kablumbağnın yavaşlığına büründüm. Sanki en güçlü tütsü ve büyülerle kaplı kabuğum 10 ejderin zırhından bile daha sert. Ama bu içimin yumuşaklığını değiştirmiyor. Sadece ağır. Beni kendi ağırlığımca olduğum yerde hareketsiz bırakan bir tembellik sarhoşluğu. Zamanla nafile bir pazarlık ertelemek. Yazmayı erteliyorum, resim yapmayı, aklımdakileri erteliyorum, içimin yumusaklığına batan kırık cam parçalarını ve diğer ucu bende olmayan dikenleri etimin yumusaklığından çıkarmaya üşeniyorum. Yeni birşeyler bulup yapmaya üşeniyorum, belki sevmeye bile üşeniyorum. Bu liste o kadar uzun ki yazmaya üşeniyorum.

Belkide farketmeden bir kitap yazma ihtimalini arttıran uzun bir nadas zamanı bunların hepsi. Adı şimdiden hazır olsada, içindekilerinin nelere benzediğini bilebilsemde her tarafımı saran bu hastalık (üşengeçlik) büyüdükçe kabuğuma sığamayıp taşıncaya kadar birşey yapabilicekmişim gibi değil. Belki bu tam anlamıyla yeni bir kabuğa olan ihtiyacın ertelenemez zorunluluğudur. İcimdeki yumuşaklığın sertleşsiyle olucak olan süregiden bir şartlı refleks.

Ama salyangozların kesintili kabuklarının şekli gibi biraz belirsiz. İnsan kabuğunu dıştan içe mi örer yoksa içten dışa doğru mu?